Machu Picchu'nun patikalarında
Bir kâşif olmasam da bir gezgin olarak içimdeki gitme arzusunu durduramayınca, Asya’dan göç edipte Akdeniz’i altından geçerek, Endülüs’e gelenleri, İspanya’yı gezerek hissetmek için yola çıkmıştım.
Barselona’nın dar ara sokaklarında kaybolup gittiğim bir anda, yüksek binaların tepesinden sızmaya çalışan güneşi izleyerek yolumu bulmaya çalışmış ve bir meydana çıktığımda da gözleri kısık, işaret parmağını ileriy, doğru uzatmış, “Batıyı” gelecek yüzyıllara hedef gösteren Colomb’un heykeli ile karşılaşmıştım. İçimde ki sönmemiş keşfetme arzusu bir volkan gibi patlayınca, güneşin ardından Batıya, Cordoba’ya, Sevilla’ya, Costa del Sol sahillerinden geçip Algeciras’a gelmiş, oradan da bir gemiye atlayıp Fas’ın Tanger’ine yönlenmiştim. Bugüne kadar aradığım yolu bulmak için dünyanın çeşitli mekânlarında ki dar sokaklarda izlediğim güneş, her akşam yaptığı gibi gene, ama bu sefer sonsuz okyanus üzerinden, bugüne kadar gördüğüm en parlak kızıllıkta koskocaman bir tepsi şeklinde yavaş yavaş denizin içinde batarken, ben bir gemi güvertesinde Cebeli Tarık’ı aşıyordum. Ne kadar küçük ve etkisiz olduğumu hissettim güneş battığında. Hiçbir şey yapamamış, öylece kalakalmıştım okyanus rüzgârlarına karşı. Belki de bu yüzden, yüzyıllar önce neden Colomb’un bu sonsuz denizi aşmak için uğraş verdiğini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Bu sonsuzluğu aşma arzusu içimi şimdiden yakmaya başlamıştı bile. (Ağustos 2000)
Barselona’nın dar ara sokaklarında kaybolup gittiğim bir anda, yüksek binaların tepesinden sızmaya çalışan güneşi izleyerek yolumu bulmaya çalışmış ve bir meydana çıktığımda da gözleri kısık, işaret parmağını ileriy, doğru uzatmış, “Batıyı” gelecek yüzyıllara hedef gösteren Colomb’un heykeli ile karşılaşmıştım. İçimde ki sönmemiş keşfetme arzusu bir volkan gibi patlayınca, güneşin ardından Batıya, Cordoba’ya, Sevilla’ya, Costa del Sol sahillerinden geçip Algeciras’a gelmiş, oradan da bir gemiye atlayıp Fas’ın Tanger’ine yönlenmiştim. Bugüne kadar aradığım yolu bulmak için dünyanın çeşitli mekânlarında ki dar sokaklarda izlediğim güneş, her akşam yaptığı gibi gene, ama bu sefer sonsuz okyanus üzerinden, bugüne kadar gördüğüm en parlak kızıllıkta koskocaman bir tepsi şeklinde yavaş yavaş denizin içinde batarken, ben bir gemi güvertesinde Cebeli Tarık’ı aşıyordum. Ne kadar küçük ve etkisiz olduğumu hissettim güneş battığında. Hiçbir şey yapamamış, öylece kalakalmıştım okyanus rüzgârlarına karşı. Belki de bu yüzden, yüzyıllar önce neden Colomb’un bu sonsuz denizi aşmak için uğraş verdiğini şimdi daha iyi anlayabiliyordum. Bu sonsuzluğu aşma arzusu içimi şimdiden yakmaya başlamıştı bile. (Ağustos 2000)
Arnavut kaldırımı taşlarla döşenmiş tüm yollar. Arabalar 60’lı yılların yandan vitesli, geniş koltuklu Chevrolet’leri. Köşe başlarında kendi öz dilleri olan Keçuvaçayı (Quichua) sadece yöresel ezgilerinde mırıldanarak anan güneşin çocuklarının üfledikleri quena’larından (bambu flüt) yayılan tüf sesleri, kabuğundan ince bir delik delinerek içi boşaltılmış pepinoların sallandıkça içinde ki kurumuş tohumlarının çıkarttığı çıtırtılar, aşağı yukarı çevirdikçe kalın bambu sopalarının içinde kayan kumlarla birleşince sanki bir şelale kenarında dolaşıyormuşum da, bu melodileri dinliyormuşum hissi veriyordu.
Yorgunluğum devam ediyor.
Bir oda buldum kendime 2 katlı bir Cusco evinde. Resblosa adında bir Hostel’deyim. Adının Romeo olduğunu sonradan öğrendiğim tıknaz, kısa boylu bir çocuk karşılıyor beni. 5 $’a anlaşıyoruz odanın geceliğine. Sonradan yaşının 35 olduğunu öğrendiğimde, genç görünüşüne şaşırıyorum. “Dağ havası böyle işte…” diyor gülümseyerek. Bende ona gülümsüyorum.
İnsanlar çok komiğime gidiyor. Boyları çok kısa. Sürekli gülüyorlar. Ama yaşlı olanların yüzlerinde kırışıklık çok fazla. Kadınlar, her yerdeki gibi kadın. Süslüler kendilerine göre. Kafalarında siyah fötre bir şapka. Birçoğunun şapkasının yanında kırmızı bir karanfil var. Çok şişmanlar. Çocuklarını yanlarında çekiştirerek taşıyorlar ya da sırtlarına bağladıkları renkli bir bohça içinde gezdiriyorlar. Genç kızlarında bohça taşıma âdeti var. Kıyafetleri çok renkli. Bir mutluluk var etrafta. Alışık olmadığım bir sevecenlik var.
Tüm gün uyuyorum. Zaten dün, bu saatte kendi topraklarımda uyuyordum. Buranın gece yarısında uyandım. Biraz kendime gelmişim. Pansiyona gelmeden önce aldığım ekmek ve yanımda acil durumlarda kullanılmak üzere aldığım konservelerden birini açıp karnımı doyuruyorum.
Sokaktan sesler geliyor. Çıkıyorum dışarı.
Bir meydan ve ortasında uçaktan gördüğüm çam ağacı. Büyük! Ama çok büyük. 3-4 katlı bina yüksekliğinde. Plaza Armas’daki bu ağaca yaklaştıkça fark ediyorum ki yapay! Meydan etrafında barlar. 15-16 yüzyıllarda İspanyol ve Portekiz akınları ile hallaç pamuğu gibi atılan Güney Amerika, hala dış dünya örf adetlerine kafa tutmaya çalışsa da barlarda tüm dünyanın insanları, 20 yüzyılın kendi yaşam tarzlarını yavaş yavaş getirmeye başlamışlar. Yaş ortalaması diye bir şey yok. Seviniyorum, ileri yaşlarda da gelinir buralara diye. Perulular ortalarda yok gibi. Sadece barları işleten servis yapanlar kalmış, diğerleri yatmış. Herkes su gibi içiyorlar içkileri. Ben daha temkinliyim.
Eğlence anlayışları pek hoşuma gitmediyse de, geç saatlere kadar içip, bulduğum birkaç dünyalı ile sohbet ediyorum (Avustralyalı, Kanadalı, Kolombiyalı, Guatemalalı, Amerikalı). Her birine nereli olduğumu söylediğimde, Türkiye’nin yerini bilenler şaşırıyor, “Nasıl geldin buralara? ” diye soruyorlar. Birçoğu, ilk defa bir Türk’ün böyle sırt çantalı gezdiğini görüyoruz, diyorlar. Bilmeyenler ise çoğunlukta. Bir şey ifade etmiyorum onlar için. Türkiye diye bir yerin varlığından haberdar değiller. Bizim siyasetçilerin, dünya üzerinde etkin olduklarını dile getirdikleri söylemleri hatırlıyorum birden! Bilmeyenlerin çoğu Amerika kıtasındaki bir ülkeden… Tanımıyorlar dünyayı. İçiyorlar içkileri.
İçtiklerim uykumu getirince gidip yatıyorum. Yarın hazırlık günü.
Sabah uyandığımda geriliyorum yatakta. Akşamdan kalmayım ama 3.400 metrede gene de iyiyim. 2 gün buradayım. Sonra, 5 gün boyunca Machu Picchu’ye yapacağımız yürüyüş için hazırlık yapacağım. Sadece anlık olarak ihtiyacımız olabilecek bireysel malzemeleri taşıyacağız. Grubun bazıları 5 gün sonra tekrar buraya döneceği için eşyalarının bir kısmını pansiyonlarında ya da yürüyüş şirketinin emanetinde bırakacak. Benim Machu Picchu’ye götürdüğüm haberden sonra alacağım yeni görevim olabilir diye belki de başka bir yere gidebileceğim için tüm eşyalarımı yanımda taşıyacağım.
Pansiyonda yiyecek yok. Kendimi dün geceki ışıl ışıl olan meydana atıyorum. Sokakta satılan bir kaç hamur işi ile bir bakkaldan aldığım süt ile sabah kahvaltımı yaptım. Süt acaba lama sütümü diye bakarken inek resmi görünce rahatladım biraz. Sonra da ne kadar ön yargılıyım diye düşünüp hayıflandım. İleriki günlerde, lama sütünü içtiğimde inek sütünden pek de farkı olmadığını anladım.
Cusco ufak bir yer. Bir ucundan diğer ucuna yarım saatte yürünebiliyor. İspanyollar, Güney Amerika’yı talan etmek için tekneleri ile güneyde ki, bugünkü adı ile Macellan boğazından geçince aşağıdaki Ateş Topraklarında da soğuktan barınamayınca buralara kadar gelmişler. Sahillerde ki İnkalıları yok etmek pahasına Lima’yı ele geçirmelerine rağmen, dik ve keskin birçok zirvesi bulunan Ant dağlarının ardına saklanmış İnka başkentti Cusco’yu yıllar sonra keşfedebilmişler. Uzun bir yolculukla gidip göreceğimiz Machu Picchu’yu ise bulamayınca efsanelerde yaşayan hayal bir şehir kabul edip, aramayı bırakmışlar.
Bugün eski Cusco’nun kilise ve evleri üzerine ya da yanlarına yapılan İspanyol evlerinin birçoğu zaman içinde bölgenin jeopolitik etkisindeki depremlerle yıkılmış. Oysa 7 yüzyıllık Cusco binaları hala taş gibi ayakta duruyorlardı. Santo Domingo meydanındaki İnka tapınağındaki Cusco arkeoloji müzesinde (http://www.cusco-peru.org/) bina yapımında kullandıkları taş işleme tiplerini görüyorum. Her biri bir diğerinin içine bir logo gibi giriyor, bir sonraki diğerlerini kilitliyor ve birbirlerinden ayrılmasını engelliyor. Bu sayede tüm İnka binaları her türlü 7- 8 dereceli depremde zangır zangır titrese de bir tanesi dahi yıkılmadan bugüne kadar gelebilmiş.
Plaza Armas’da bir antik çarşı buluyorum. Kazaklar ve hırkalar harika. İplikleri elleri ile yün eğirerek yapıyorlar. Okuduklarıma göre dünyadaki en ince yün ipliği Perulular yapmış. Dünyada elle yapılabilinen ilmek ortalaması 100-150 ilmik/mm2 olmasına rağmen İnkalılar 13 yüzyılda mm2 ‘ye 500 adet ilmek sığdırabilmişler. İnanması güç ama her bir gömlek, ipek gibi incecik. Hem tiril tiril hafif, hem de daha sağlam… Hala, o zamanlarda güneşin çocuklarının ileri gelenlerinin mumyalanarak toprak altına eşyaları ile gömülen mezarlarından bozulmamış kumaşlar çıkabiliyormuş.
Plaza Armas’ın arkasında Espinar caddesine sapıyorum. Karşıma çıkan ressamların eserleri karşısında dilim tutuluyor. Evimden çok uzakta olduğumdan ve daha onlarca gün yolarda yaşayacağımdan, taşıyamayacağım için satın alamıyorum.
Sık sık altın ve parlak taşlar satan dükkânlara rastlıyorum. Ortadoğu’nun altın sevgisi ve İstanbul’un kapalı çarşısında altıncılar arasında büyümüş olmama rağmen buradaki motifler karşısında şaşkınlığım giderek artıyor. Fiyatlar çok uygun. İnkalıların ilk İspanyollarla karşılaşınca hiçbir art niyet düşünmeden, kendilerinde çok olduğu için tepsilerle verdikleri altınlar ve değerli taşlar aklıma geliyor. Bunlar o kadar bol ve önemsiz ki İnkalılar için... Tepsi tepsi altın sunmuşlar zamanında. Bu bolluğu anlayan İspanyollar, Sevilla’dan yola çıkıp buralara sırf altın almaya gelirlermiş. Götürebildiklerini götürürlermiş. Açgözlü olanlar gemileri fazla doldurduklarından, bazıları Pasifik Okyanusunda, Macellan boğazında batmış. Altın dolu İspanyol gemileri hala dalgıçlar tarafından aranmaktaymış. Sevilla’ya getirilebilenler ise mahzenlerde eritilip İspanyol sömürgeciliğinin beslenme kaynağı olmuş.
Bir taksi tutuyorum. Araba ile Saqsaywaman’a gidiyorum. (www.cusco.info/saqsaywaman.htm). Cusco’nun bir kaç km dışında, eski İnka örf ve adetlerinin tekrar edilen törenlerinin yapıldığı Machu Picchu’den sonra en güzel tapınak kalıntıları. İnka evlerinin yapımında kullanılan taş işçiliğini gitmeden duymuş, bir kaç kitapta okumuştum. Elimde bir çakı var. Duvarları oluşturan taşların arasına sokmaya çalışıyorum. Çakı milim gitmiyor. Birbirine bağlı olmayan, aralarında bir tutucu madde (çimento ya da benzeri) bir katkı maddesi bulunmayan 2 taş arasına çakımı 1-2 mm’den fazla sokamadım. Hatta “Jilet bile giremez” dediklerinde haklıymışlar. İnkalılar nasıl bu kadar düzgün evler yapabiliyorlardı ki?
Hazırlıkları tamamladık. Sabah 06’da çıkıyoruz yola. Hava sabahın bu saatinde bile sıcak ve nemli. Dar bir vadiden yavaş yavaş yürümeye başladık. Haberciyim ya! Kendi statümdekilerin taşımacılık yapması makbul olmadığından sırt çantamı kendim taşımıyorum! Eşyalarımı taşıması için bir taşıyıcı tuttum, ona taşıtıyorum, 3.400 – 4.000 metrelerde ( J Gerçekte 1 haftalık yürüyüşte tüm eşyalarımı taşıyacak performansım yok.)
Kendimde, günlük ani hava değişikliğinde kullanabileceğim eşyaların bulunduğu ufak bir sırt çantam ve içinde atıştıracak enerji verecek ufak tefek yiyecekler. Gökyüzünü görerek bir gün boyunca yaklaşık 8 saat kadar yürüdük. Yürüdüğümüz tüm yol 13 yüzyılda İnkalıların doğadaki kayaları düzleyerek işledikleri ve bugün bizlerin bildiği Arnavut kaldırımı gibi ama büyük taşlarla döşenmiş patikalar... Ancak İnka patikalarının, tüm Ant dağlarının sırtlarında, Amazon ormanlarının içlerinde ve Peru’nun güneyinde Bolivya’daki tuz gölüne kadar uzanan toplamda 6.000 km’lik bir uzunlukta tüm bölgeyi, bir örümcek ağı gibi kapamış vaziyette. Patika yapımında kullanılan her biri en az 50 cm2’lik kayaların düzlenerek bir başka kaya ile yan yana getirilmesi ve aralarına yürürken ayaklar takılmayacak şekilde ayarlanmış olmasını gördüğümüzde, inancın ne kadar güçlü ve kuvvetli bir etki yaratıp insana ne işler yaptırabildiğini anlayabiliyorduk.
Başrahip bir mesaj gönderdiğinde, haberciler, bir haberci noktasından diğerine kadar hiç durmadan koşarlar ve haberleri 2 gün içinde tüm İnka topluluğuna iletebiliyorlarmış. Gözümün önünde 4x4 bayrak yarışı yapılan olimpiyat koşuları geldi. Belki de bu sporun ilk temsilcileri bir bayrak yerine içinde bir mesaj barındıran haber kutularını taşıyan İnkalılardı.
2.gün yürüyüşümüzde ormana giriyoruz. Neden bu İnka şehirlerinin bulunmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Dağları çıkarken bazen 45 dereceden daha dik patikalarda yürümek zorunda kalıyoruz. Şimdi daha da zorlanıyorum. Hep bir çıkış, hep bir iniş halindeyiz. Sürekli, merdiven haline getirilmiş basamaklarda geniş adımlar atarak ilerliyoruz. Ama basamak araları çok yüksek. Evlerde, yüksekliği 16 cm’lik basamakları düşünüyorum. 8 yüzyıl önce döşenmiş basamaklardan atlayıp, iletmem gereken haber için verdiğim uğraşın değeceğini düşünerek ilerliyorum. Bazen zıplayarak basamak atlamak zorunda kalıyorum.
Havanın değişkenliği karşısında yağmurluğumu, bugün kaçıncı kere giydiğimi ya da çıkardığımı hatırlamıyorum. 4.000 metrelere gelmeye başladık. Bugüne kadar 3000’lerde sık dolaştımsa da bu yüksekliklere pek alışık değilim. Sırtımdaki her gram ağırlık her saat başı kilograma dönüşüp taşınmazlığa doğru bir adım atıyordu. Özellikle su şişleri… Yol boyunca içip azaltsam da, her 2 saatlik yürüyüş sonunda ki dinlencelerde 1, 5 litrelik mataramı dolduruyordum. Grupta 12 kişiyiz ama 2’ye bölündük. Öndeki gruptakiler aramızı 500 mt kadar açmışlardı. Bazen biz bir tepeyi inerken, onları bir sonraki tepeyi çıktıklarını görüyorduk.
Arka da 6’lı bir grup olarak ara sıra sohbet ederek ilerliyoruz. Bu ayrımcılık hiç birimizde ne moral bozukluğu ne de olumsuz bir his yaratıyordu. Hepimiz etrafı içimizde yaşatarak, çevrenin fotoğrafını çekerek ve yollarda karışlaştığımız köylerde ki İknalılara merhaba diyerek yola devam ediyorduk.
3.gün öğlen kara bulutlarla yürümeye başladık. Bunların sis diye adlandırılabilecek durumları yok. Bu bulutlar o kadar yoğun ki sis gibi değil, sanki kocaman kara pamuklar başımızın üzerinde bizimle ilerliyorlar. Hava çok soğudu. Şimdilik yağmadı ama her an hava patlayacak. Rehberimiz Romeo durup bu hava patlamasına, korunaklı bir yerde yakalanmayı tercih etti. Plansız bir kamp kurduk alelacele. Çadırları, gittikçe hızlanan bir rüzgârda kuramaya çalışıyoruz. Düzlük çok ufak. Patika üzerindeyiz Bir tarafımız yukarı doğru dik bir yamaç dağ, diğer tarafımız aşağı doğru uçurum. Kesin 1.000 metre var aşağısı. 3 çadırları, tren vagonları misali arka arkaya sıraladık. Yağmur ha başladı ha başlayacak derken, son kazıkları çakarken büyük bir gürültü ile başladı. Saat 12. Neyse ki öğle yemeği zamanı diye avutuyoruz kendimiz.
Yemek yendi bitti. Saat 14 oldu, yağmurda azalma diye bir şey yok. Hiç durmadan yağıyor. Gök gürültüsü neredeyse hiç susmuyor. Endişeli değiliz ama şaşkınız.
Yağmur biteceği yerde, dolu yağmaya başladı. Üşümeye başladık. Eldivenlerimi giydim ama yetmedi. Dolu taneleri fındık büyüklüğündeler. Çadırları delecek gibi. Şaşkınlık biraz endişeye dönüştüyse de gruptaki herkes daha önceden başka yerlerde yürümüş. Önceki grup ne oldu diye düşündük bir ara. Tüm grupta Carlos ve benden başka sigara içen yok. Belki ateşinde ısınırız diye yaktık birer tane. Daha bir iki fırt çektiğimizde havadaki nem sigaralarımızı su içinde bırakınca atmak zorunda kaldık…
Avustralyalı Remy ve eşi Jane kısa şortlu. Ana eşyaları öndeki taşıyıcılarda kalmış. Ben neyse ki uzun bir bol pantolon giymiştim. Ama gene de üşüyorum. Onlar daha çok üşüyorlar.
İnkalıların Machu Pucci’den taşıdıkları haberleri koşar adımlarla, dinlenmeden çıplak ayak bu yamaçlarda, bu yağmurda ve karda yıllarca koşturmalarını hatırlayınca biraz utanıyoruz. Zira bizim şimdilik pek yürüyecek halimiz kalmadı. Sohbet ile vakit geçiriyoruz.
Dolu yağması bitince ağlama krizi geçen şımarık çocuklar gibi hava birden açmaya başladı. Bulutların hareket hızlarını takip etmekte gözlerimiz zorlanıyor. Aniden duran yağış ardından, Romeo çadırları toplama komutu verdiğinde, güneş çoktan bulutların arasından çıkmış, yakıcı olmaya başlamıştı bile.
Yağmurluğu sok-çıkar derken daha çok yorulmuştum. Islak ıslak topluyor, bir sonraki seferde kurumadan ıslak ıslak tekrar giyeceğimizi bildiğimizden, hızlıca çadırları toplayıp öndeki gruba yetişmeye karar veriyoruz.
Az gittik uz gittik gibi bir yol hikâyesi bu ya… 3.500 üstünde jungle orman içinden geçtikten sonra bir başka İnka antik tapınağı ile karşılaşıyoruz. İlk hamam tekniğini görüyoruz burada. Dere yatağına, taştan mezar lahdi gibi su küvetleri yapmışlar. Akan su, birisini doldurduktan sonra diğerine geçiyor. Sonra diğerine, sonra bir diğerine... 5 tane arka arkaya her biri, bir diğerinden 20-30 cm daha aşağıda kademeli havuz gibi bir şey. Machu Picchu’ye bağlı toplam 12 kişi yaşarmış bu tapınakta. Bu “12” ruhunun buralara kadar gelmiş olmasını hepimiz biraz ilginç buluyoruz. Şiilerin 12 imamı, Hıristiyanların son yemeğindeki 12 Azizi, burçların 12 hayvanı, yılın 12 ayı, saatin 12 rakamı... Başka yaşamlar varmış 13 ve 14 yy da buralarda da sanki gene de gizliden gizliye hep bir yerlerden etkilenmişler. Biz de 12 kişiyiz. Birbirimize bir kez daha bakıp tekrar yürümeye devam ediyoruz.
Toplam 200 yıl dünyada varlıklarını sürdürebilmiş İnkalılar. Ve bu 200 yıla çok hikâye sığdırmışlar. Hava kararmaya başlarken gece kalacağımız kamp ileride görüldü. Bugün yolda yağmur yüzünden 3- 4 saat kaybetmiş olduğumuz için kampa hava karardıktan sonra gelebilmiştik. Son 1 saatimizde her gezginde olan kafa lambalarımızla patikayı aydınlatarak, bir taşa takılmadan yürümeye çalışmıştık.
Kampa girer girmez bizden önce taşıyıcıların gelip kurdukları kuru çadırlarda kıyafetlerimizi değiştirdik. Bizler üstümüzü değiştirirken ateş üzerindeki kazan içinde kaynayan koka çaylarını hem üşümemek için hem de gerilmiş kaslarımız yumuşatmak için içmeye başladık. Yemekten sonra tüm günün yorgunluğunu Pisco-Sarou dedikleri bir Peru içkisi ile ateş etrafında, çoğu İngiliz rock gruplarının bilinen uluslararası şarkılarını söyleyerek geçirdik.
4 gün: Sabah uyandığımda dünkü ıslak kıyafetlerimiz geceki nemde kuruyamamış ve kokmaya başlamıştı. “Bugün acele etmeyeceğiz” dedi Romeo. “Yolumuz kısa. Yola öğlen çıkağız !”. 3.700 metredeyiz. Hepimiz kendi isteğine göre vakit geçireceğiz. Birkaç adım ileride akan bir derede Ant dağlarının buz gibi suyu, güneş tepemize çıktıkça, bizi cezp etmeye başladı. Dünkü rahiplerin yıkandıkları yalak benzeri lahitler küvetleri gibi olmasa da, kocaman taşların aralarında oluşmuş ufak su birikintilerinde sırayla banyo yapmaya başladık.
Buz gibi dere sularında yıkanıp hafiften üşüsek de, tepemizde tek bir bulut olmadığından, kabak gibi bir güneşin altında ısındıktan sonra hepimiz kendimizi daha şımarık bir çocuk gibi hissediyoruz. Suyun verdiği dinçlik ile birkaç ay daha buralarda yaşayabilir, binlerce tepeyi inip çıkabilirmişim gibi geliyordu. Banyo sonrası kimimiz bir kayaya yaslanıp gezi anılarını yazarak, kimimiz fotoğraf çekerek, kimimiz hiç bir yapmadan sadece dağları ve uçurumları seyrederek geçirdik bu dinlence zamanı.
Öğle yemeğinden sonra 4 saatlik kısa bir yürüyüş ile bir sonraki kapma geldik. Artık yürümeye alıştım. Bir sürü tepe inip, bir sürü zirveye çıkarken bugün de bir jungle ormanından geçip taraçalı mısır tarlalarının yanından yürürken yolda hiç başka insan görmedik. Galiba yollara da hem alıştım, hem de öğrendim artık. Bir sonraki sefere daha kolay haber taşırım diye düşünmeye başladım.
Güzel bir yemek ve Pisco-Sour ile sonlanan bir gece sonrasında, gecenin bir yarısında uyandım. Bir şans perisi beni dürtmüştü. Hava sıcak. Bir tişörtle uyuyorum. 4.000 metreye yakınız. Saatimde ki göstergelere bakıyorum saat sabahın 2 si. Sıcaklık 26 derece.
Kafamı çadırdan çıkarıyorum. Gözlerim ışıldıyor. Sanki Samanyolu galaksinin ortasında ki bir gezegen üzerinde (sanki şimdi değilmişim gibi J) oturmuşum yıldızları seyrediyorum. Edison’un bulduğu en yakın ışık herhalde 50 km uzakta olunca, gökte ay da olmayınca, belki de çoğu şu anda sönmüş olan benden milyarlarca ışık yılı uzaklılıktaki yıldızlarla aydınlanmış gökyüzünü 1 saat kadar seyrediyorum. Sonra uykum gelince tulumumu çadır dışına çıkartıp, bana elimle tutacak kadar yakın olan yıldızların altında uyuyorum.
Son sabah, erken uyanacağımızı söylemişti, Romeo. “Machu Picchu’ye turistlerden önce, gün doğmadan siz sokmak istiyorum” demişti.
Karanlıkta bir yandan kafa lambamın aydınlattığı ışıkla eşyalarımı ve çadırımı topluyor, bir yandan da beynimde taşıdığım haberi nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Ara sıra bu sırrı daha fazla tutamayıp, yol üzerindeki İnka şehirlerindeki rahiplerin ruhlarına fısıldamak geldi ama gene de zor tuttum kendimi.
Dün geceki yıldızlar hala havada. Galiba bugün şans bizden yana gibi. Romeo ve arkadaşları, sabah çorbalarımızı karanlıkta çoktan hazırlamışlar, yanında da içlerine bolca papino reçeli konulmuş pen-keklerni pişirmişlerdi. Her sabah olduğu gibi koka çayı eşliğinde dağ kahvaltımızı yapıyor ve yola koyuluyoruz. (http://www.incatrail-peru.com/)
2 saattir yoldayız. Kafa lambalarımızın pilleri bitmek üzere. Yine bir jungle ormanlarına giriyor, bir tepeyi aşıyor sonra bir vadiden aşağıya iniyoruz dakikalarca. Her yer mısır ve patates tarlaları için yapılmış taraçalarla dolu. İnkalıların 8 yüz yıl önce yaptıkları taraça duvarları ve tarlalar hala çok sağlam. Ama ekilmemişler. Bunlar herhalde eskiden Machu Picchu’de yaşayanların! Tanrılara her yıl nasıl daha iri mısır ve nasıl daha lezzetli patates yetiştiririz de sunarız diye uğraş verdikleri tarlaların yanından geçip gidiyoruz.
Heyecanlıyız. Romeo son tepe diyor ilerideki dik yamacı göstererek... Saat 6:30’a geliyor. Haberi kurguluyorum kafamda. Nasıl söylesem ki?
Son tepeyi tırmanırken yolun yarısına geldiğimizde, nereden geldiğini anlamadığımız bir yağmur bulutu, hızlıca yaklaştı ve dağa sırtını dayayıp başladı ağlamaya… “Hani ya! Hani şans bizden yana” diyecektik ki, onu diyecek zamanı bile bulamadan yedik yağmuru. Sırt çantamızdan yağmurlukları çıkartacak zaman bulamadan yağmur yemeği buralarda öğrendim ben. Artık aldırmıyoruz. Bu 5 günde hepimiz biraz İnkalı olduk galiba. “Nasıl olsa durur ağlaması, bu güzellikleri tekrar görürüz.” deyip yağmurlukları giyerken gülüşmeye başladık.
Tepenin zirvesini aşağıdan gördüğümüz için yağmur altında ve bulut içinden gidiyoruz. Zirveye çok kalmadığını bildiğimizden, içimiz biraz olsun rahat. Birkaç yüz metre daha tırmandıktan sonra bulutlar yavaş yavaş aşağıda kalmaya başladı. Fasulye sırığına tırmanıp, bulutların üzerindeki devin ülkesine giderek yeni maceralar yaşayan Jack’in hikâyesini hatırlıyorum. Masallar nasıl da hayatın içinden çıkıp gelmişler diye düşünürken, bulutlar bizden birkaç 10 metre aşağıda kalmıştı bile.
Romeo birden hepimizi durduruyor. Güneş’i tam görmüyoruz ama iler ki dağların, tepelerin arkasında dünyamızı aydınlatmaya başlamıştı. Romeo “Dinlenelim ve soluklanalım” diyor… Hep birden karşı çıkıyoruz “Ya 20 metre kaldı. Neden diyoruz ?”
“Hayır, Soluklanalım” diye ısrar ediyor…
Birkaç defa daha neden diye soru gelse de, cevap vermiyor. Susuyor…
Bir sigara yakıyoruz Carlos’la beraber. Bırakmayı düşünmüyorum hiç. Seviyorum sigara içmeyi. Ya da kendimi kandırmayı...
“Hadi!” diyor birkaç dakika sonra Romeo. “Ne oldu? Neden şimdi?” diyecek halimiz olmadığından apar topar toplanıp, Romeo’nun arkasından adımlarımızı atıyoruz. Güneş doğmadı daha.
Romeo en önde. Birden bir kayaya sırtını veriyor ve duruyor. “Şimdi yavaş yavaş beni geçmeye başlayın” diyor ayakta dururken. Şaşırıyoruz gene. İlerliyoruz adım adım dar patikadan. Büyük yosunlu ıslak bir kaya var önümüzde. Kayanın kenarından kıvrılarak sağa dönen bir patika var. 12 kişi, sıra ile Romeo’nun önünden geçerek kayayı kucaklayarak patikadan sağa sapıyor ve dönüyoruz. Dönen bir “Hii” çekiyor ve kalıyor. “Hii”yi duyan arkadaki heyecanlanıyor. Kucaklıyor kayayı düşmemek için. Önce sol ayağını ileri atıp, sonra sağ ayağını kendine çekerek sağa dönüyor, arkasından o da bir “Hii” çekiyor. Her bir ufak haykırış, arkadakiler için bir heyecan oluşturuyor. Ben ortalardayım. Elie’nin arkasından kucaklıyorum kayayı ve sağa atıyorum adımımı.
“Hiiiiii”. Güneş, güneş kayaları üzerinden günün ilk kızıl ışıklarını Machu Picchu’yu yalayarak aydınlatıyor…
Hiç birimiz konuşmuyoruz. Hiç birimiz fotoğraf çekmiyoruz. Hiç birimiz diğerine bakmıyor. Bir tek baktığımız yer, önümüzdeki Machu Picchu ve karşısında yaramazlık yapmaya çalışan bir çocuk edası ile dimdik ayakta duran Wayna Picchu (Huayna-Genç). Ve her ikisini aydınlatmaya yeni başlamış Tanrı Güneş.
Güneş Tanrısının çocuklarının, babaları için yarattığı bu muhteşem kenti seyrediyoruz. Keşfedildiği 1911 yılına kadar 700 yıldır saklandığından her şey dün yapılmış gibi taze ve yeni. Cennetten fışkıran bir çiçek gibi içimizde yarattığı gizeme bakıyoruz. Ayakta durmaktan yorulan yere çömeliyordu. Bir kaçımız galiba ağlıyor gibiydi. Ben zor tutuyorum kendimi. Konuşmuyoruz…
Birkaç dakika sonra Romeo geliyor arkadan. “Hadi” diyor.
Saat 7:00 Machu Picchu’ya yavaş yavaş iniyoruz. Bizden başka kimse yok. Bir biz, bir güneşin çocuklarının ruhlarını koruyan bir kaç yabani Lama ve Tanrı Güneş.
4 saat sonra buluşmak üzere grup dağıldı. Tek başıma “Güneş Tapınağından” geçip Huayna Picchu’ye tırmanmaya başladım. 360 metre yüksekte, en tepede, başrahibin “Ay tapınağı” var. Rahip, haberleri orda kabul ediyor. Bazı yerlerde kayalara çakılmış kazıklara bağlanmış iplere tutunarak, bazı yerlerde demir çubuklarla eğreti yapılmış merdivenlerden çıkarak, bazı yerlerde ise kayalara oyulmuş kovuklara tutunup kendimi üstteki bir kayaya çektirerek çıkıyorum tapınağa.
Sonunda giriyorum odasına. Tapınağın dört bir yanındaki tüm pencereler sonuna kadar açık. Her türlü fikir ve haber dünyanın her yerinden gelen rüzgârlarla içeri süzülüyor.
“Bir kızı seviyorum” diyorum rahibe.
“Özlüyorsan seviyorsundur” diyor.
Aralık 2000